28 Aralık 2012 Cuma

PIEDRA IRMAĞININ KIYISINDA OTURDUM, AĞLADIM

Geçen gün Sarıyer Market'te alışveriş yapıyordum. Sarıyer Market bir kampanya düzenlemiş, her 50 tl'lik alışverişe ipad çekilişine katılma hakkı veriyorlardı. Hemen önümdeki teyze alışverişini yapmıştı ve onun katılım hakkı için kasiyer tarafından kuponunun doldurulması zaman alıcı ve kıl ediciydi. Ben de içimden sıra bana gelince "hayır! sağolun! ben katılmak istemiyorum!" diye nasıl artistlik yaparak da çıksam diye planlıyordum. Teyze gitti, sıra bana geldi. Benim aldıklarımı kasadan geçirdi kasiyer, aldıklarım 43 lira tuttu. Öylece poşete doldurdum ve çıktım...



24 Aralık 2012 Pazartesi

SUÇLU


Binlerce ve hatta belki de onbinlerce türk gencinin hayali değil midir bir kafede tek başına ağlayan yada bir parkta bankta tek başına oturan genç ve güzel kadına yanaşıp, "pardon bağyan, iyi misiniz!" diyerek başlayan bir aşk ve sonrasında iki çocuklu bir evlilik? 

7. sanat sinema da bu konuyu ne kadar çok işlemiştir hani. Hollywood senaristleri pek çok kereler yakışıklı ama çekingen ve içine kapanık adamları genç ve güzel tek başına ağlayan kadınların yanına gönderip "are you ok?" dedirtmişlerdir new york'ta, miami'de, brooklyn'de yada ikisinin de turistik yada iş seyahati sebebiyle bulundukları paris'te, milano'da. 


Önce arkadaş olunan, sonra adamın kadına içten içe aşık olduğu ama yine de kadına onu ağlatan adamla olan ilişkisinde yardım ettiği, sonra kadının o adamdan ayrılıp başka başka bi sürü adamla olup üzülüp üzülüp ağlamaya yine buna geldiği, sonra bizimkinin kadına açıldığı, seviştikleri ve ilişki yaşamaya başladıkları, sonra saçma bir sebepten ayrıldıkları, en son tekrar biraraya geldikleri ve finali rahibin gelini öpebilirsiniz sözleri ve giden arabanın arkasında bağlı teneke kutuların üstündeki plakakadaki just married yazısına zoom'la biten en az 10 film koyar önünüze tak diye hiç zorlanmadan; romantizmle hiç ilgisi olmayan, hollywood emekçisinin rızkını çalmak konusunda en ufak bir kaygısı olmadan ekmeğini kovalayan bütün korsan filmciler Türkiye'de. 


Ama burada öyle "pardon iyi misiniz" diyerek bir aşk doğmayacağı gibi, bundan çıkacak sanat da olsa olsa Mersin'li emekli memur Abdullah amcanın yazdığı ve Posta gazetesinde yayınlanan, sanat tarihinin şimdiye kadar tanımladığı hiçbir akıma ve kalıba uymayan, sanata gönül verdiği için 4 yıllık sanat tarihi bölümünü bitirmiş ve yeni mezun olmuş genç ve güzel bir kadını bir kafede yada sahilde bir bankta tek başına düşünceli düşünceli oturtacak hatta belki de ağlatacak kadar düz, ama bir o kadar buz gibi gerçekçi olur!




UMUT SARIKAYA'YA AÇIK MEKTUP

Sayın Bay Sarıkaya,

Söyler misiniz kuzum sizin amacınız ne? 


Biz sizi seven okurlarınız olarak gün geldi yazılarınıza, betimlemelerinize kah güldük, kah sizi kendimizle özdeşleştirdik, sizin geldiğiniz nokta ile gurur duyduk, facebook'ta, twitter'da olsun paylaştık, adeta babamızın oğluymuşsunuzcasına övdük.


Ama bu Sivaslı tüccar kurnazlığı nereden çıktı şimdi be Umut? "Benim De Söyleyeceklerim Var (İki)" için çok az sayfa bu, bu paraya değmez mi dediler de sayfaları dar tutup sayfa sayısını arttırdınız tekrar "Benim De Söyleyeceklerim Var (Üç)"te?

Resimde de göreceğin üzere aslında aynı miktar betimlemeyi bize sanki daha fazlaymış gibi sunmanız gözlerden kaçmadı ve hiç ama hiç hoş karşılanmadı. Buna ne gerek vardı ki? Biz sizi ve kitaplarınızı olduğu gibi sevdik, kabul ettik!

Zaten 3 tane kitabımız var, onların da kitaplığımızdaki y*rak gibi duruşuna bir bak be Umut. Zaten dergi de çıkmış yazıları bir daha da kitap içinde bize satıp cebimizdeki üç kuruşu da alıyorsun, bari sunuma biraz özen gösterseydin keşke...

Seni seven okurun

Enis KIZILKAYA








8 Aralık 2012 Cumartesi

ONCE UPON A TIME IN AKMAR

Oysa geçen gün "Once upon a time in norway"i youtube'dan seyrederken Euronymous'un dükkanı Helvete'nin simsiyah kapısına vitrinine nasıl da hayran kalmış, lan bizde duvarları simsiyah boyayalım, alnıma da ters haç dağlatayım diye düşünmüştüm. Şimdi akmarda her zamanki yerimde oturmuş bembeyaz ve yepisyeni pimapen kapıya bakıyordum! 

Hayalimdeki şeytanın evi, cehennem figürünü hiç yansıtmıyordu bu haliyle dükkan! Kadıköyün çocukları yaptığı müzikle karanlığa övgüler düzüyordu, ben onların simsiyah müziklerini bu benbeyaz pimapenin ardında "bak bu album adeta mezar karanlığı gibi siyah" diye betimlemelerle satacaktım! 

Ne yapsaydım ki, pimapenci fiyat alirken beyaz harici renkler %35 daha pahali demişti. Aradaki farkı mayhem grubu mu hesabımıza havale edecekti? Dükkan 20 yıldır açıktı, bir black metal grubu ters haçını, pentagramını alıp hayırlı olsuna mı gelmişti? Hepsinin kursağından iki lokma helal yemek giriyorsa, bira içip hayvan gibi geğiriyorlarsa bu benim ve bizim gibi metal shopların sattığı cdler sayesindeydi! Varsın pimapen beyaz olsundu, bu içimizdeki yürek sipsiyahtı, yada simsiyahtı tam bilemedim şimdi! 

Artık içerde müziği kökleyebiliyorduk, ölüm metali ile her gaza gelip volümü açtığımızda bana karşıdan bakan tipini s*ktiğimin kıvırcık kısa saçlının suratını görmeyecektim! Malum kış da geldi, artık o minik parmaklar cdlere bakarken titremeyecek! 

Şu an akmarda tek sorun çaycı bacanak orhan ayrıldı, yeni eleman ahmet gelince atom müslüm üst kata bakmaya başladı, aslında ahmet iyi çocuk, atom gibi siparişleri unutmuyor, düzenli servis açıyor çay bağlıyor, Değişmeyen şey akmarın çayı hala nefis, bekleris!

SİMİT, ÇAY VE BÜYÜK PARANIN SATIN ALAMADIĞI KÜÇÜK MUTLULUKLAR

Hesapsız plansız hareket etmenin ceremesini çekiyor, adeta paramla rezil oluyordum. cüzdanımda gıcır gıcır ellilikler vardı ama bunlar bana çay alamıyorlardı. 

Ah bu akılsız kafam! Her gün 1 lira verip simit alıyor diğer 1 lira ile az ilerdeki çaycıdan çay alıp, kimisine dandik gelecek olsa da benim için çok lezzetli olan, kahvaltımı yapıyordum. Son 14 yıl beşiktaş kadıköy vapuruna binmeden aynı ritüeli yaşıyordum hergün. 

Bugün bir hovardalık yapmış, simidin yanına bir de "şu tatlı şeyler"den almıştım ve bugün ödemem gereken tutar 2,5 tl idi, verdim ama cebimdeki paraya bakmadan bu hovardalığı yapmak hataydı, bunu elimde simit ve tatlı şey ile çaycıya gidince farkettim, cebimde 85 kuruş vardı ve çay 1 liraydı, cüzdanıma baktım, para vardı ama hepsi yepisyeni elliliklerdi! birini aradan çekip çaycıya gösterdim, reddetti, simitçiye geri döndüm bozmadı! Çaycıya 15 kuruşu yarın veriyim desem kabul ederdi, hatta helal bile ederdi yada simitçiye gidip durumu izah etsem tatlı şeyi geri alır 1,5 lirayı geri verirdi, ama lanet olsun ki bunları yapabilecek biri değildim. 

O tatlı şeyi neden almıştım ki?! kendime kızdım, iskeleye geldim, vapur yeni gitmiş sonraki vapura 25 dakika vardı, simidim ve tatlı şeyi kuru kuru yedim. O an hayatı çekilir kılan tek bir gerçek vardı o da vapurda küçük çayın 75 kuruş olduğuydu. 

Neşem yerine gelmişti! Umut Sarıkaya "benim de söyleyeceklerim var (üç)" kitabımı açtım, kaldığım yerden okumaya devam ettim....

10 Mayıs 2012 Perşembe

YAŞANMIŞLIKLAR




90’ların sonu yada 2000’lerin başıydı şimdi tam hatırlamıyorum; ben, Erdem ve Şanver Kadıköy’den vapur’la Beşiktaş’a geçmiştik. O dönem, şimdiki Barbaros Hayrettin Paşa iskelesinin her iki yanında da denizin hemen yanında nefis çay bahçeleri vardı. Kazıktı mazıktı ama nefisti.


Erdem’in o dönem çıktığı ile orada buluşacaktık. Çay bahçesine oturduk. Erdem’in çıktığı yanında başka bir kızla gelmişti. Çok ilgilenmemiştim. Hayatımda aşka yer olmayan bir dönemdi. Bir de sanki biraz toplu gibiydi. Oturduk, bir şeyler konuşuldu, şimdi hatırlamıyorum. Sonra ayrıldık falan.


Bir süre sonra eve telefonlar gelmeye başladı. Sözde bu kız bizde çalışan Mustafa’ya aşıktı da benden yardım istiyordu, danışıyordu filan. Arıyordu. Ben de sanki çok tecrübem varmış gibi he şöyle he böyle diye birşeyler diyordum. Arada eee senden ne haber diyor bende bazı şeyler anlatıyordum.


Sonra bi gün bi konserde bu Erdem'in çıktığı ve kuzeni ile rastlaştık, laflarken O benim o telefon eden sözde gizli Mustafa hayran’ına anlattığım bir şeyi ağzından kaçırdı. Ve tabi olaylar ortaya döküldü. Meğer o telefon eden o imiş, Mustafa’ya değil bana karşı ilgisi varmış. Kızdım. Tersledim. Hayatımda aşka yer olmayan bir dönemdi. Ve söylemiş miydim biraz topluydu…


Aradan yıllar geçti, Erdem ile bir muhabbette konusu açıldı. Dedi “Olm o taş oldu lan”…


Aradan biraz daha yıllar geçti, bu beni msn’den mi ne buldu. Üniversite de okuyormuş, bunun bi ödevi mi ne varmış, belgesel çekmiş, İstanbul mistanbul filan, bunun bir yerinde bizim yapımcılığını yaptığımız Nefret’in “Meclis-i Ala İstanbul” adını taşıyan ilk albümünden klip parçası “İstanbul”u kullanmak istiyormuş, bizden kaşeli imzalı izin kağıdı alması gerektiğini söylemiş hocaları.


Şarkıyı koymasına izin vermeden önce işi izlememiz gerek filan dedim yalandan, prensipli bi firma yetkilisi sansın beni diye. Geldi, ödevinin DVD’sini getirmişti. Hakkaten taş olmuştu. Akşam evde ödevinin DVD’sini izledim. Yani atlaya atlaya baktım. Sıkıcıydı, bişeye benzediğini de söyleyemem.


Neyse çağırdım. Kaşeli imzalı kağıdı verdim. Şirkette imza yetkim yoktu aslında ama ne o sordu, ne de hocaları imza sirküleri, noterden onaylı vekaletname filan eki istememişti zaten.. Teşekkür etti. Bir kahve ısmarlarsın artık ehemehe dedim. Söz verdi. Gitti. Sonra aramadı, msn’den de sildi mi engelledi mi ne.. Amazon’dan bir Björk DVD’si getirmemi istemişti, iyi ki kek gibi siparişini de vermemişim o gün asıl.


Şimdi bu nereden mi aklıma geldi dostlarım? Sabah otobüsle gelirken Umut Sarıkaya “Benim De Söyleyeceklerim Var” okuyarak gelirken mal gibi uyku bastırmış, yolculuğun son 20 dakikasında kitabı kenara koyup gözlerimi kapatmıştım, içim geçmişti. Yolculuk bittiğinde uyku sersemi uyku sersemi yürüyordum.


Kadıköy Alkım’ın köşesinden Akmar’a doğru yol alıyordum. Uyku sersemi halimle karşıdan gelen güzel kızı gördüm. Aramızda 5 metre filan kaldığında bu 2 eliyle birden el salladı. O’ydu. Geçen 2-3 saniyede aramızdaki mesafe yarım metreye inmişti. “N’aber" dedi, “İyilik, senden?” dedim, “Görüşürüz” dedi. Aksi istikametlere doğru yürümeye devam ettik. Geriye dönmedim. Uyku sersemiydim, hayatımın aşka yer olmayan bir dönemindeydim. Taş gibiydi.