Konuştuğum insanlar çeşitli kereler “Aslen
İzmit’liyim”, “Bu akşam İzmit’e gidiyorum” gibi cümleler kullandığımı
duymuştur. Yıllarca kendimi kandırdım, sizi de kandırdım. Ne İzmit’i? Ben
Kocaeli’liyim. Kocaeli’liyim demek hem fonetik olmadığı için ve ayrıca
İzmit’liyim demek sanki biraz daha cool göründüğü için yaptım bunu. Ama itiraf
ediyorum, Kocaeli’liyim, hatta Yarımca’lıyım ben. Yarımca’lı olmak da,
Tütünçiftlik’li olmaya göre nispeten daha iyiydi aslında benim için. Gerçi
devlet büyüklerimiz de bu rezilliğin farkına varmış olmalılar ki Yarımca ile
Tütünçiftliği birleştirip Körfez yaptılar daha sonra bizim orayı.
Sonuç olarak ufak bir taşra kasabasında metalcilik
yaptım yıllarca yokluk ve zorluklar içerisinde. Bir albüm bizim oraya gelene
kadar grup yeni albümü için stüdyoya giriyor, biz bir konser için yola çıkıp
İstanbul’a vardığımızda grup çoktan mekanı terk etmiş, görevliler tesisat
topluyor oluyordu. Beyaz Saray Düğün Salonu’nda, sesçinin parasını almadan
tesisatı açmadığı, küçük konserlerle avutuyorduk kendimizi. Oysa İstanbul’luluk
öyle miydi? İstanbul’lu metalciler metali Kadıköy’de Akmar’da, Taksim’de
Kemancı’da krallar gibi yaşıyordu. Bizler İstanbul’u ve İstanbul’luluğu
yıllarca her Pazar akşamı televizyonda Bizimkiler dizisinde seyrediyorduk,
burnumuzda annemizin kolalayıp ütülediği beyaz slip kilot (yada külot) ve
fanila kokusu ile.
Ama biz taşralı ergenler de metalciliği kendi
bölgemizde elimizden geldiğince en iyi şekilde temsil etmeye çalışıyorduk ne
olursa olsun. Aslında hayatımızda bizi kızdıracak hiçbir şey yokken suratımıza
yapıştırdığımız o öfkeli ifade ile tenefüste tahtaya tebeşirle Metallica,
Slayer logosu çizerken ne kadar da asi duruyorduk dış dünyaya karşı. Halbuki
lacivert ceketi ve gömleği çıkarsan, alttaki o beyaz fanila ile asilikten eser
kalmayacaktı. Asiliğimiz annelerimize sökmüyordu. Alışverişe birlikte
gidiliyor, ne giyeceğimizi annelerimiz tasarlıyordu. Üste Metallica tişörtüne
bir şey demiyorlardı belki ama fanilasız dışarı çıkmak adeta karlı havada dışarı
çıplak çıkmak kadar kabul edilemez bir şeydi onlar için.
Yıllar hızla ilerliyordu, lise bitmişti, çok parlak
bir öğrenci olmadığım için puanım İstanbul’da bir üniversiteye yetmemiş,
Kocaeli Üniversitesi’ni kazanmıştım. O an artık hayatımın geri kalanının
tamamını Kocaeli’de geçireceğimi düşünüyordum. Mahzen adlı bir fotokopi fanzine
çıkarmaya başlamıştım. Dünya’nın çeşitli ülkelerinden gruplar ile yazışıyor,
röportajlar yapıyordum. Bir süre sonra Cem ile tanıştık. O, Kartal da olsa
İstanbul’luydu, ama o da benimle aynı kaderi paylaşıyor, Kocaeli’de okuyordu. Bir
süre sonra güçlerimizi birleştirip daha iyi, matbaa bir dergi çıkarmaya
başlamıştık birlikte. Chris Barnes ile filan telefonda konuşup röportaj
yapıyorduk. Her şey çok iyiydi, sadece hala Kocaeli’deydim. Yıllar hızla akmaya
devam ediyordu. 4 sene sonra üniversite de bitmişti. 4 yılda belime kadar
uzattığım saçları kestirmiştim, sağa sola CV gönderip İstanbul’a görüşmelere
geliyordum ama bir türlü olmuyordu. O işleri yapmak istediğimden de emin bile
değildim zaten.
Bir gün Cem ile Akmar’a Hammer Müzik’e gelmiştik. Dedim
ya Cem İstanbul’lu idi, Hammer Müzik’e daha sık geliyordu ve oradakiler ile
daha yakın ilişki içerisindeydi. Bir anda Haluk’a dönüp “Lan bu adamı işe
alsana ya” dedi. Haluk da “Evet ya. İstersen haftabaşında gel başla” demişti.
CV göndermeden, ilk görüşme, ikinci görüşme vs.
olmadan işe girmiştim resmen. Hem de o yıllarca kasetlerde Roadrunner Records
logosunun yanında logosunu gördüğüm, nasıl bir yer acaba lan diye düşünüp
hayallerini kurduğum Hammer Müzik’te.
Eşyalarımı toplamış İstanbul’a gelip ablamın yanına
yerleşmiştim. İş acaip güzeldi, Radical Noise’un davulcusu Emre ile
çalışıyordum. Roadrunner Records, Nuclear Blast ile yapılan lisans kontratları,
Cenotaph “Puked Genital Purulency” stüdyo kayıt aşamaları, düzenlenen Overkill
konseri, basın promosyon çalışmaları. Adeta göz kamaştıracak bir dünyada
bulmuştum bir anda kendimi.
Ama annemin nasihatleri asla aklımdan çıkmıyordu, bu
şehrin beni bozmasına izin vermeyecektim. Cephalic Carnage “Exploiting
Dysfunction” tişörtüm olsun, Exhumed “Gore Metal” longsleeve’im olsun, ne
giyersem giyeyim, içine fanilamı giymeden çıkmıyordum evden.
Ama her şey 2006 yılında ki Soulfly konserinden
sonra değişti benim için. O gün yine pogoda, crowdsurf’te belim açılıp soğuk
almayayım diye fanilamı giyerek çıkmıştım evden sabah. Akşam konserde Haluk,
Tanju Can, Savaş Acar gibi dostlarla en ön saflarda kahramanca çarpışıyorduk.
Marc Rizzo sırtında içi boş Eastpak çantası olduğu halde döner tekmeler atıyor,
Max Cavalera ise artık rastalanmaktan odun gibi olmuş saçları ile kafasını
sallayarak seyirciyi adeta kırbaçlıyordu. Bizim de bu müdafaayı bırakmak gibi
bir niyetimiz yoktu.
Soulfly’ın ataklarının biraz zayıfladığı bir anda
Tanju Can’dan gelen “Çıkar! Çıkar! Çıkar!” komutu ile irkilmiştim. Ne olduğunu
anlamadan Tanju Can belimden çektiği tişörtümü bir anda başımdan
çıkartıvermişti bile. Tanju Can fit ve kaslı vücudu ile, Savaş seksi göğüs
kılları ile dururken ben orada beyaz fanilam ile kalmıştım. Çağrı filmindeki
habeşli kölenin savaş alanında sinsice sinsice gidip mızrakla vurduğu hazreti
Hamza’nın mızrak kalbinde ayakta durduğu gibi duruyordum. Müzik kıyamet gibi devam
ediyordu, ama benim kocaman derin ve sessiz bir boşlukta idim adeta.
Ama mücadeleyi ve arkadaşlarımı öylece yarı yolda
bırakamazdım. Önce göğsümdeki mızrağı, sonra da üzerimdeki fanilayı çıkardım.
Peynir gibi beyaz, ve çelimsiz çıplak vücuduma aldırış etmeksizin tekrar
cepheye arkadaşlarımın arasına döndüm. O gün Soulfly saldırmış ama İstanbul
cansiperhane bir şekilde savunmuştu, Yeni Melek düşmemişti. O gece oradan
çıkarken fanilamı tekrar giymedim. Eve gidince de evdeki tüm fanilaları
yıllarca açılmayacak bir valizin içine kapatıp kaldırdım. Taşra ve o dönem ile
olan bağım olan fanila devri böylece kapandı benim için…